30 Ocak 2012 Pazartesi

ATATÜRK NEFRETİ

Bugün, Taha Akyol'un oğlu Mustafa Akyol kendisi gibilerin betimlendiği Gençliğe Hitabe'nin kaldırılmasını istemiş. Oturup paragraf paragraf inceleyerek hemde. Bu baba oğlu bilen bilir, fakat bu nasıl bir kin ve öfkedir inanın aklım almıyor. İnsan böyle bir öfkeyle nasıl başa çıkabilir? Tabi ki daha çok severek ve daha çok sahip çıkarak. Bir de tüm çarpıtmalara ve karalamalara, açıklayıcı ve doğru cevaplar vererek. Bir sonraki yazımda Mustafa Akyol'un yazısının çarpıklıklarını paylaşacağım. Fakat önce bir kez daha;


Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
 

Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927

15 Ocak 2012 Pazar

AFEDERSİN BİR ERMENİ'NİN CENAZESİ

 "Ne yahudiliğimiz, ne ermeniliğimiz, afedersin ne de rumluğumuz kaldı." 

Yukarıda ki sözler seçim kampanyasını onlar ve bizler diye inşa eden; rakibini dini mezhebi üzerinden karşısında ki topluluğa yuhalatan; İsrail'e "One Minute" diye çıkışıp mücahitlikte çığır açan ama İsrail'i koruyacak füzeleri hiç çekinmeden ülkemize yerleştiren; işine gelince pis işlerinin sorumlusu olarak devleti ortaya koyan, işine gelince sorumluluğu hükümete devşiren; Dersim için katliam kelimesini kullanıp, kürsüde teröristleri yücelten ama Uludere için ses çıkaramayan başbakanımıza ait sözler.

Daha dün af dilenecek bir sıfat olarak bahsederken bugün rum asıllı birinin cenazesinde boy göstermek siyasetin ve siyasetçilerin aslında ne kadar kirli olduğunu bize birinci elden gösteriyor.

Dün söylediğini bugün yutan, dün başka, bugün başka davranan sayın başbakan efsane futbolcu Lefter Küçükandonyadis'in cenaze töreninde Fenerbahçe taraftarı tarafından yuhalanmış, tıpkı geçen sene aynı gün, 15 Ocak 2011'de Ali Sami Yen Stadının açılış töreninde Galatasaray taraftarı tarafından yuhalanması gibi.

Tayyip Erdoğan sinirlenmemesi için fanusundan çıkmaması gerektiğini anlayamıyor. Bu ülkede bindirilmiş kıtaların olmadığı bir kalabalıkla karşılaştığı zaman tepki almaya, yuhalanmaya, ıslıklanmaya alışması gerekiyor. Nede olsa ileri demokrasiyi yaşıyoruz. 




13 Ocak 2012 Cuma

İKİ YÜZLÜ ANAYASA

Anayasa çalışmaları 2012 yılında bizi çok zorlayacak. Zaten 2007 yılından beri alttan alttan ülkenin bütün sorunlarının kaynağın anayasa olduğu empoze ediliyor. Akşam haberlerine göz ucuyla bakan herkesin bir düşüncesi var o da Türkiye'nin ihtiyacı olan tek şeyin yeni bir anayasa olduğu. Ama maalesef bu anayasa, Türkiye'nin parçalanması yolundaki ilk büyük somut adım olacak.

Anayasa tartışmalarında en başta gelecek konu kimlik meselesi.  Dincisi, liberali, teröristi, rejim karşıtı tüm güçlerin bir araya gelerek oluşturdukları ortak paydalardan birisi kimlik konusu. Bu konuya daha önce "AKP LAİKLİĞİN GARANTİSİDİR" başlıklı yazımda kısaca değinmiştim (http://aequustr.blogspot.com/2012/01/akp-laikligin-garantisidir.html). Fakat bu rejim karşıtı güç birliği kendi içerisinde tutarsızlıklar yaşıyor. Bir yandan anayasanın vatandaşlık tanımındaki "Türk" kelimesini faşizanca bularak değiştirilmesini isteyip, bir yandan da din faşizmini sonuna kadar körüklemekten de geri durmuyorlar.

Her türlü yüksek meblalı tazminat davalarına karşı bukalemun gibi isim değiştirip bir şekilde sıyrılmayı başaran gazete"Akit-Vakit-Yeni Akit" alışkanlığı olduğu üzere din üzerinden ayrımcılık yapmaya devam etmiş.

Eurovision Şarkı Yarışmasına bu sene ülkemiz adına katılacak olan Can Bonomo hakkında musevi olduğu için karalama kampanyası başlatmış. "iddia edildi, ileri sürüldü, bildirildi, hissedildi" tarzı haberciliğin bir numarası olan bu arkadaşlar bir yandan anayasamızda ki vatandaşlık tanımını baştan yazmak isterken, bir yandan da bir insana sırf musevi diye ayrımcılığın da ötesinde hedef göstererek, korkunç haberler yapabiliyorlar. Ne yazık ki yeni anayasanın hazırlık sürecinde millete fikir önderliği yapan kişi ya da kurumların bir çoğu son derece iki yüzlü. İlgili haberlere aşağıda ki linklerden ulaşabilirsiniz. Tıklanma sayılarını arttırmak istememe özgürlüğüne sahipsiniz(!)

http://www.habervaktim.com/haber/219227/turkiyeyi_bir_musevi_temsil_edecek.html
http://www.habervaktim.com/haber/219387/trtye_candan_tepki.html

Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken konu Can Bonomo'nun çıkan haberlere olan cevabı.
Kendisi " Ben Türküm, Yahudi olmak bir dindir" diyerek kötü niyetli insanlara güzel bir cevap verdi. Benim inancım bu yalan anayasa tartışmalarında Can Bonomo gibi sağ duyulu insanların çoğunlukta olup, iki yüzlü bu ülkeyi bölmek isteyen insanlara izin vermeyeceği. Fakat siyaset ile alakasız veya kararsız kesim üzerinde, ulusal çizgide bulunan siyasi partilerin ve STK'ların artık çok çabuk bir şekilde çalışmaya başlaması gerekiyor.

10 Ocak 2012 Salı

JEHAN BARBUR

Hayat çok zor, sefalet, savaş, entrika, siyaset, düşmanlıklar hep yaşamın gerçekleri. Ama hayat devam ediyor. Hayatı güzel kılan şeyler var birde, tüm zorlukların karşısında dimdik duran, yazı getiren o ilk sabahın yüzüme vurduğu umut dolu güneş gibi. Aşk gibi. Müzik gibi.

Müzik aşka değer katan en önemli öge belkide. İyi ya da kötü hatıraların kendisi, çocukluk mutluluklarını kalbinde hissettiren geçmişten gelen bir koku gibi.

Müziğe değer katanlar var birde, Jehan Barbur var bu ülkede.

814.578 km2'ye yayılsa da dinlense aynı anda, tüm dertleri bitirecekmiş gibi. 

Bahar hafif hafif ısıtırken, bir pazar sabahı yağmur sonrası kokusunu içine çekip hafif bir ürperti duyunca üzerine bir hırka alıp ısınmak gibi Jehan Barbur'u dinlemek. 

En güzeli ise konserleri. Sarhoş eder gibi yankılanır şarkıları kulaklarımda, aşkta yanındadır o anda, bir film karesidir artık o anlar, ne kadar farklı olsanızda aşkında senin gibidir o anda bellidir gözlerinden. Aşık olduğun o gülümseme daha bir sıcaktır Jehan'ın şarkılarında, gözlerinin içi güler. Şarkıları hüzünlüdür belki ama hüzün size hiç uğramamıştır daha önce, belki de bu yüzden sözlere takılmadan keyfini çıkarırsınız şarkıların, önemli olan notalar ve Jehan'ın sesidir sizin için. Siren efsanesi gerçektir işte kanlı canlı karşındadır. Seni geminin direğine bağlayansa kalbindeki aşktır.

Konser biter, sudan çıkmış balık olursun, afallarsın kısa süre. Saate aldırmadan keşke bitmeseydi dersin. Öyle bir histir ki konser çıkışı, anlamsız bir umut hissedersin içinde, yüzün gülüyordur, çok mutlusundur. Aslında hep mutlusundur hayat sana elinden geldiğince vermiştir verebildiklerini, verecektir de sen hak ettiğin sürece ama bu mutluluk başkadır; Siren kayalıklarından gemisiyle güvenle geçip giden Odiseus gibi hissedersin. Aşkın elinden tutarsın kaybolursun sokaklarda. Gece başını yastığa huzur içinde koyarsın.

İşte budur Jehan Barbur benim için.     


Yaşamın Kıyısında Terörün Gölgesinde

28 Kasım 2007 yılında Genç Gelecek dergisinde yayınlanan yazım.

Yaşamın kıyısında; altın portakalı alamasa da, Türkçeyi zar zor konuşan, bu topraklardan binlerce kilometre uzakta yaşayan, bir gurbetçinin elinden çıksa da, film tamda bizi anlatıyor. Filmi yazmak isterdim, ancak filmin bende yarattığı çağrışımları aktarmak daha baskın geldi. Fatih Akın filmin baş karakterini kendinden esinlenerek oluşturmuş olacak ki, başrolde alamancı(!) bir babanın, bir alman gibi büyüyen, alman gibi yaşayan ve hatta alman dili profesörü oğlu var. Kendi ülkesine yabancı biri. Babası almanyada bir fahişeyi, alkollüyken yanlışlıkla öldürüyor. Baba tam bir Karadeniz uşağı, ama aklı biraz belinin altında. Ve oğlu babasının böyle bir şeyi yapmasını kabullenemeyip babasıyla bütün bağını koparıyor. Yani tam bir kültür çatışması. Bir yanda, bir fahişeyi kendisiyle ilişkiye girmediği için yanlışlıklıda olsa öldüren bir baba, diğer yanda, o kişiyi fahişede olsa önce insan olduğunu bilen bir oğul. Ama ne olursa olsun yinede tası tarağı toplayıp özüne dönmek için bir yolculuğa çıkıyor profesörümüz, elin Almanyasından, yurduna, babasının köyüne dönüyor, bir teyzeyle karşılaşıyor köyünde, bu çiftçi teyzeyle geçen her bir saniye bize ders veriyor. Teyze otantik görünüyor bizim profesörün gözüne, profesörde çok burnu havada duruyor köylü kadının karşısında, sanki Avrupalı bir turist, karşısında ki de fakir bir köylü, öyle yabancılar ki birbirlerine, halbuki ta kendisi o kadın, belki annesi, belki kardeşi, belki ta kendisi. Ve babasının balık tuttuğu Karadeniz’de sahilde, Karadeniz’in kokusunu çeke çeke babasını beklemesiyle film bitiyor. Kendine yabancılaşmış bir insanın özüne dönme çabası kısaca.
              Filmi izlerken insanın aklına şu sorular geliyor. Aynı topraklarda yaşamamıza rağmen; biz ne kadar birlikteyiz? Ne kadar birbirimizi tanıyoruz? Aynı şeyleri düşünüp, aynı telden mi çalıyoruz? Kızılırmağın doğusuyla batısı bir mi acaba?
              Ülkemizin en büyük sorunudur yoksulluk, peki yoksullukta her yerde aynı mı yaşanır? Ankara da yoksul bir memurun şartlarıyla, Hakkari de yoksul bir adamın şartları aynı mıdır?
               Büyük kentlerde yaşayan, eğitimli, dünyayı gezen, yenilikleri takip eden herhangi bir insanımız, babasının kendi köyü bile olsa, o köyde ki insanların yaşamlarını ne gözle görmektedir? Ya da tam tersi köylülerimiz büyük kenti ne şekilde görmektedirler? İki tarafta birbirine uzaydan gelmiş muamelesi yapmaktadırlar. Kentli biraz acıyan gözlerle, belki doğal yaşamın sakinliğini biraz kıskanarak ağır bir tavırla yaklaşır köylüyle biraz küçümser de, ne de olsa o küçücük köyünde bilgiye ne kadar sahiptir ki? Köylü ise devlet babasının, insan olarak aralarında  hiçbir farkı bulunmayan şehirdekileri neden bu kadar kayırdığını düşünüp kendi başının çaresine bakar.
                Şehirli “Ünzile” diye şarkı yapar.      “Yağmuru kim döküyor? Ünzile kaç koyun ediyor? Dayaktan uslanalı hiçbir şey sormuyor.” Aslında şehirli de üzülür bu duruma, ama kendi dertleri vardır, başka dertleri, şehrin sorunları. Bir şarkı yapar, çokta hüzünlüdür hani, ülkesinin sorunlarına duyarlı, tıpkı “live8” konserleri gibi; binlerce kilometre uzaktan, hiç tatmadıkları acıları, televizyonlardan görüp insani duygularla kitlelerin yardıma koşması gibi. Yabancıdırlar çünkü, uzaktır oradaki yaşamlar. Bizde ise devlet baba ayırmıştır bizi. Görmemiştir zamanında efendisinin dertlerini, ötekileştirmiştir aslında efendisini; düşünmeyen, sorgulamayan bir derebeyliğin ortasında terk etmiştir.
                 Askerimiz bas bas bağırıyor, akil yazarlarımız, aydınlarımız sürekli dile getiriyorlar, terörün bitmesi için önce terör örgütüne katılımı engellememiz lazım diyorlar. Çünkü bu bir savaş, ne kadar öldürürsen öldür onlar yeni bir kurban daha buluyorlar kendilerine. Çaresizlikten, devletin kendisini unuttuğundan, devlete küsüyorlar ve kendilerini güçlü hissetmek için dağa çıkıyorlar. Asker bu durumu bildiğinden şu sıralar bildiriler yağdırıyor bombaların yanında,“teslim ol” diyor, TCK’nın 221. maddesini açık açık yazarak, devletin onların yanında olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.
                   Yetersiz kalan yatırımlar, köy enstitüleri gibi bir aydınlanma hamlesinin siyasi oyunlarla yarım kalması ve kapanması, bunun sonucunda doğuyla batı arasında bir kültür çatışmasının olması, batının doğuya yabancılaşması ve kendini ötekileşmiş hisseden halkın bir takım çapulcu tarafından kandırılıp dağa çıkarılması ve böylece terörün artması.
                                       Şimdi bir fark olduğu çok açık ama şunu artık iyice kavramamız lazım. Biz bu topraklarda beraber yaşıyoruz, bin yıldır kültürlerimizde kanlarımızda birbirine karıştı, içtiğimiz su, soluduğumuz hava bizi biz yaptı. Artık kendimize yabancılaşmayı bırakıp bir şeyler yapmanın zamanı.


TÜRKİYE KARIŞIRKEN

1 Nisan 2008 tarihli Genç Gelecek dergisinde yayınlanan yazım.

Rakısı bol olsun Can Yücel’in çok bilinen bir hikayesi vardır. Bir şiirinde yer alan “Kaba et” sözcüğünün argo şeklini kullanması yüzünden mahkemeye çıkarılır, mahkemedeki savunmasında güzel bir fıkrayla derdini anlatmak ister. Kısaca “Bizim köyde ..t’e ..t derler!!!”

            Balık hafızalı bir toplum olduğumuz için kısa bir AKP tarihi sunarak size bugünü anlatmaya çalışacağım.

            Biz devrimini henüz tamamlayamamış bir toplum olarak sırf demokrasiye olan inancımız gereği 6 yıldır Türkiye’de karşı devrim yapmaya çalışan anti-demokratik, oligarşik iktidarı demokrat diye tanımlıyoruz.

            2002 seçimlerinde ülkedeki ekonomik buhran ve halkın bir çok çıkış yolu aramasından dolayı meydanında desteği ile tek başına iktidar olma fırsatını yakalayan AKP’ye geçmişine bakmadan toplumca bir kredi verdik.

            Tüm kesimler ülke çıkarları ve “değiştik” sözüne güvenerek meydanında bu yönde halkın fikri üstünde etkin olmasıyla AKP’ye Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir destek verildi.

            Sıcak paranın bir şekilde(!) ülkeye girmesiyle piyasaların sanal bir canlanma yaşamasıyla halkın ekonomiyle olan kötü ilişkisine ara verilmiş oldu. Bu sayede AKP’ye destek daha da arttı ve AB veya ABD güdümlü bir kesim demeyeceğim, bu liberal ekonomik havadan ve AB yolunda atılan göstermelik adımlardan memnun olan kesiminde pohpohlamasıyla AKP bir anda halkın siyasi fenomeni oldu.

            Merkez medya birkaç çatlak ses dışında AKP’nin arkasındaydı ve insanlar sanki derin bir uykudaymış gibi AKP’yi sadece görmek istedikleri liberal kimliği ile görüyorlardı. Halkta sempati uyandırmak için AKP’nin islami geçmişi unutturulup AKP’nin salt bir liberal parti olduğu benimsetilmeye çalışıldı. Bu sırada devletin resmi politikasına tamamen zıt olarak ilk defa bir başbakan terör sorununu teröristlerin diliyle “Kürt Sorunu” olarak tanımladı, akabinde terör yeniden kuvvet kazandı. Bu bana göre terörün resmiyet kazanmasıydı.

            Belki çok dillendirilmiyor fakat AKP kısa bir süre içinde, devlet içinde kadrolaştı ve bu kadrolaşma daha önceki fetullahçı kadrolaşmayla birleşerek gerçek bir oligarşi oluşturdu ve bu günlerde sıkça söylenmeye başlanan deyişle AKP kendi “derin devlet”ini kurdu.

            Persepolis filmini izleyenler bilirler, bir sahnede filmin kahramanı kızı, bir hastane müdürüne laf anlatmaya çalışırken görürüz, ve ortaya çıkar ki o hastane müdürü bir imamdır. Tıpkı Zonguldak’ta bir imamın sırf kardeşi AKP milletvekili diye İl Sağlık Müdür Yardımcısı olarak atanması hem kadrolaşmaya hem de acaba İran olur muyuz sorusuna güzel bir cevaptı.

            Son seçimlerden hemen sonra AKP’nin oylarını attırması ve akabinde kendi gücünü sözde demokrasiye sığınarak anti-demokratik bir biçimde kullanmak istemesiyle medyada aynı ses yankılandı “BİZ BİR CANAVAR YARATTIK”.

            Demokrasi kahramanı diye adlandırdıkları kişi hukuk dışı olarak bir anayasa yapmaya kalktı, yetmedi pimi çekilmiş bir bomba gibi, sırf o günlerde başlaması beklenen ekonomik sıkıntıya çevrilen gözleri başka yere kaydırmak uğruna türban meselesini ortaya attı, hem de devletin temel değerlerini ve politikasına karşı bir tavırla siyasi literatürümüze yeni bir kanıksama kattı, “VELEV Kİ SİYASİ SİMGE”.

            Demokrasi uğruna sadece hukuk ve insanlık sınırları içinde hiçbir taşkınlık yapmadan muhalefet yapan, darbenin adının bile geçmediği mitingler düzenlendi, ancak bundan bile rahatsızlık duyuldu.

            Mitingler sonucunda, medya tarafından ulusalcı denen bir kesim oluşturuldu. Ve halk şu anda maalesef üçe bölünmüş şekle sokuldu. Ulusalcılar, İslamcılar, Kürtçüler. Dikkat edilirse Ulusalcı denen kesimin kanaat önderi olarak görülen kişiler Ergenekon Operasyonu kapsamında soruşturmadan geçirildiler ve dahası da devam edecek. Burada söylemek istediğim şey yargı ile alakalı değil, kastettiğim iktidara yakın olan medya. Çünkü bu medya kesiminin oluşturduğu hava, adını bile kimin koyduğu belli olmayan Ergenekon Terör Örgütü hükümete karşı bir darbe hazırlığında ve ulusalcı denen kesim bunlara destek veriyor dolayısıyla ulusalcılar darbecidir havası. Bu o kadar tehlikeli ki Türk basınının yarısı kemalizmi savunmayı darbecilikle bir tutmaya başladılar ve bu, yargı dahil kadrolaşan bir iktidarın elinde 1984 romanında ki gibi korkunç bir ütopyaya dönüşebilir.

            Böyle bir ortamda bağımsız yargı devreye girdi, bu önemliydi çünkü demokrasi işliyordu. AKP’nin bu rejim karşıtı tavırlarına tepki ne darbeyle ne de kitlesel bir çılgınlıkla ülkeyi buhrana sürükleyerek yapıldı. Cumhuriyet devriminin temel direği olan hukukla çözülmeye çalışıldı. Ancak sözde demokrat AKP, kendisine isnad edilen suçları reddedeceği, yalanlayacağı, bu suçlamaya karşı kendisini bağımsız yargı karşısında kendine güvenerek savunacağı yerde, hukuka saygı duyması gereken yerde, ancak faşist ülkelerde olacak bir uygulamayla hukuka karşı hile yoluna başvurdu. Düşünün bir kere, size bir suç isnad ediliyor ve haklı ya da değilsiniz fark etmez, bu suçtan kurtulmak için kendinizi savunmak yerine mevcut kanunları kendinize göre değiştirmeye çalışıyorsunuz, bu hukuka karşı hiledir. Hukuk dediğimiz şey sonuçta bir kurallar bütünüdür ve bu kuralları iktidar istediği anda keyfine göre değiştirirse halkın o hukuka ne kadar saygısı kalır?

            AKP’nin yaptığı hukuka karşı hiledir. Kanunları kendi çıkarları doğrultusunda yok etmektir. 

            Parti kapatmak, bir partiye böyle bir suç isnad etmek demokrasiyle çelişir de İşçi Partisinin günahı ne? Hazırlanan ucube kanun değişikliğinde niçin DTP’yi de kurtaracak bir düzenleme yapılmıyor o halde?

            Yüklenen suçlar üzerinden konuşuyorum, DTP bu ülkeyi ne kadar bölmek istiyorsa, AKP’de o kadar rejim karşıtı ve politikaları DTP’nin politikalarına dayanak oluşturuyor. her şeyi bir kenara bırakıyorum Tayyip Erdoğan’ın meydanlarda çıkıp yaramaz bir çocuk gibi, sanki bir arkadaşını ispiyonlarmış gibi “MHP’de türban olayının içindeydi” demesi ancak ve ancak acınacak bir durumdur.

            Yazımın başında da belirttiğim gibi artık bazı şeyleri açıkça ortaya koymamız lazım.

            Kapatma davasına ve Ergenekon’a özel olarak değinecek olursak; hazırlanan iddianame basına nasıl sızdı bilinmez(!) fakat özensizce hazırlandığı gerçek. İddianamenin kaç klasör oluşturduğu önemli değil fakat kanaatimce atlanan çok ayrıntı var. Ergenekon soruşturması ise tam bir felaket. İddianame hazırlanmadan aylardır tutuklu kalan insanlardan ve polis koruması altında ki birinin sanki kaçma şansı varmış gibi gece yarısı evinin basılıp apar topar gözaltına alınması ve bu olayların bazı medya organlarınca kahin gibi bilinebilmesi ya da işaret edilmesi kapatma davasına karşı intikam iddialarını güçlendirse de, devam eden bir hukuk süreci hakkında daha fazla yorum yapmak yanlıştır.

            Unutulamamalıdır ki; her iki olayda da şu an için her şey birer iddiadan ibarettir. İddiaların gerçekliği hakkında yorum yapmak için mahkemenin kararı beklenmelidir. Yargının bağımsızlığı ancak bu şekilde korunabilir.

            AKP’nin kapatılması, sonuçları bakımından ülkenin gidişatını etkileyeceği kesindir. Kapatılmanın yaratacağı en büyük sorun AB ile ilişkiler olacaktır ki, eğer her şey hukukun bağımsızlığı altında gelişirse böyle bir sorun doğmadan kapanacaktır. Ötesinde siyasette herkesin yeri doldurulabilir.

            Yalnız şöyle bir husus var ki, bu dava nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın parti kapatmanın zorlaştırılması mecburidir. Hukuka herkes güvenmek zorundadır fakat parti kapatmakta sadece bir iddianameye bakmamalıdır. İşe de ilk evvel dokunulmazlıkların kayıtsız şartsız kaldırılmasıyla başlanmalıdır. Ancak ülkenin menfaatine durumlarda partiler kapatılmalıdır.

            Hatta ve hatta yeni bir anayasa yapmak için partiler çalışma içine girmeli ve 2 sene içinde, anayasayı yapması için bir kurucu meclis seçilmek üzere yeni bir seçime gidilmelidir.

            Kanaatimce kapatılmaması halinde AKP daha da güçlenecek ve siyasal islam meşrulaşacaktır. Ülkemizi yeni bir anayasaya bağlı olarak yeni bir rejim ve yeni bir siyasi yapı beklemektedir.       

HEDEFLENEN TÜRKİYE

1 Aralık 2007'de Genç Gelecek dergisinde yayınlanan yazım.


Muasır medeniyetlerin seviyelerine ulaşabilmek için bir yola çıktık 80 küsür yıl önce. Bunun için, demokrasiyi evrimle ancak 300 yılda bile zor getirecek derecede eğitimsiz bir halka, devrimle cumhuriyeti ve demokrasiyi özümsettik. Barış temel düsturumuz oldu her zaman. Sanayi devrimini kaçırmış bir millet olarak, kaybettiğimiz 400 seneyi 80 yıla sığdırmaya çalıştık. Bizim gibi geri kalmış ülkelere emsal teşkil ettik.
            Bunlar her ülkenin kolay kolay başaramayacağı şeylerdi. Bu sebeple “tepeden inme” gibi sebeplerle çokça tenkit edildi, ancak eğitim seviyesi neredeyse sıfır olan bir halkla yapılması gerekende, yapılabilecek olanda buydu.
            Henüz yeni savaştan çıkmamıza rağmen, savaştığımız ülkelerle, komşularımızla diğer dünya devletleriyle yakın ilişkiler kurmaya çaba gösterdik. Milli özel sermayeyi yoktan yarattık. Devlet, özel teşebbüslere destek olurken bir yandan da üretime katkıda bulunarak geçmiş yılların gediklerini örtmeye çabalıyordu. Eğitimde ise tam gerçek bir devrim vardı. Eğitim birliği ile karanlıklar içinde ki halk aydınlanacak ve gelişmiş bir toplumun ilk şartı olan eğitimli toplum yaratılacaktı. Ancak bütün bunları düşündüğümüzde, emeklemekten başka bir şey değildi.
            Atatürk’ün bize örnek gösterdiği muasır medeniyetler, o övündükleri medeniyetleri 300-400 yılda sindire sindire kurabilmişlerdi. Biz ise birkaç on yıl içinde bu değişimleri yaşamak ve özümsemek zorundaydık. Tabi ki imkansızdı. Büyük şehirler için konuşursak hedef başarılı olmuştu ancak yurdun her bir noktasında aynı eğitim seviyesini tutturamadığımız için arada büyük kültür farklılıkları oluştu. Bir tarafta devrimleri benimsemiş büyük şehir insanı bir tarafta sefaletle boğuşanlar.
            Doğal olarak köyün kısıtlı imkanlarından ve ağır hayat koşullarından kaçmak isteyen halk büyük kentlere göç etti ve kentlerde büyük sorunlar baş gösterdi. Yolsuzluklar, adam kayırmalar, terör, suç oranlarının artışı hep bu sebepten kaynaklanmaktaydı. Göçün sonucu oluşan olumsuzluklar ülkemizin gelişmesinin önünde ki en büyük engeli teşkil ediyordu ve şu anda da engel oluşturmaya devam etmekte.
            Ancak dünya’ya dönüp, gelişmiş ülkelerin gelişim süreçlerine baktığımızda, cumhuriyetimizin henüz çok genç olduğunu, emeklemekten henüz çıkıp koşmayı öğrenmeye başladığımızı göremiyoruz. 80 yıl karanlıktan çıkan bir devletin kendini geliştirmesi için çok az.
            Halkımızın tarihi binlerce yıla dayansa da, onlarca devlet kurup yıkmış olsak da, devlet yönetimiyle ilgili tecrübelerimiz bu 80 yıl içinde ki fırsatları değerlendirmeye yetmedi. Şöyle ki SSCB’nin dağılmasıyla yeni komşularımız oldu, yeni Türki cumhuriyetler kuruldu. Bu ülkeler kendilerini toparlayacak, ayağa kalkmalarını sağlayacak bir ağabeye ihtiyaç duyuyorlardı ancak biz belki biraz kendimize aşırı güven duygusundan, belki kendi dertlerimize düşmüş olmamızdan bu bölgede sözünü dinletebilen bir büyük devlet olma fırsatını kaçırdık.
            Bu arada tabi ki bir de yarım asırlık rüyamız Avrupa Birliği vardı. Muasır medeniyetlere ulaştığımızın resmi belgesi olacak bir üyelik. Çok çalıştık bu konuda çokta çalışıyoruz. Ancak halen tam üyelik konusunda bile sorunları ortadan kaldırabilmiş değiliz. Kimileri AB bizimle oyun oynuyor diyor, kimisi reformları yeterli bulmuyor, kimisi AB’ye girelim ama şerefimizle diyor. Medya’da tam bir AB kakafonisi dönüp duruyor.
            Herkes demokrasinin gerçek anlamda işlemediği için hala AB kapısında bekleyip durduğumuzu düşünüyor ancak, işler tam anlamıyla da öyle değil.
            Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin seçim propagandasını yürütürken söylediği sözler her şeyi açık ve net ortaya koyuyor; “Ben çocuklarıma ülkemizin sınırlarının Suriye olduğunu nasıl söylerim?” ve “Türkiye’nin üyeliğindense Lübnan’ın üyeliğini tercih ederim.”.
            Sorun tamamen imajsal çünkü maalesef  Kızılırmağın batısıyla doğusu aynı kültür seviyesinde değil. Avrupalı tüm Türkiye’yi Suriye gibi zannediyor. Çünkü ülkesine giren kaçak işçilerin büyük çoğunluğu kırsal kesimlerden göçen, eğitim seviyesi son derece düşük insanlar.
            Sorunun demokrasi olmadığını şöyle de ortaya koyabiliriz; AB-Türkiye Karma Parlamento Eşbaşkanı Lagendijk henüz geçen ay içerisinde DTP’nin kapatılmasının yanlış olduğunu ifade ederken bir başka şeyi de itiraf ediyordu; “Çok körmüşüz, PKK’nın büyük bir terör sorunu olduğunu henüz anlıyoruz”. Lagendijk’ın bu sözleri birbiriyle çelişiyor. Çünkü PKK’nın bir terör örgütü olduğunu kabul eden AB’yi, PKK’ya açık olarak destek veren bir siyasal oluşumu, o ülkede ki bağımsız yargı organlarının, bağımsız bir şekilde sorgulaması rahatsız ediyor. Bu karmaşıklığın tek bir sebebi var o da bizim kendi sorunumuzu uluslararası kamuoyunda yeterince rahat anlatamamamız.
            Aynı sorunu Ermeni meselesinde de yaşıyoruz. Bilindiği gibi Amerika’da ve Fransa’da sözde soykırımla ilgili yasalar düzenlendi. Peki biz bu sözde soykırımın, kendi payımıza düşen kısmını dünyaya ne kadar anlatabildik? Çıkarılan bu yasaları protesto etmekten başka, haklılığımızı ortaya koyacak ne yaptık?
            Terör konusunda da aynı şeyler geçerli; şöyle ki; ülkemizi yıllarıdır tehdit eden terör belasını durdurabilmek için uluslar arası hukuktan doğan haklarımızı kullanmak için bile şu anda resmen bir mücadele içerisindeyiz. Türk askerinin Kuzey Irağa girmesi artık bir zorunluluktur, peki biz bu zorunluluğumuzu ne kadar anlatabildik?
            İnsanların kafasında ki fikir şu; “Biz 1 Martta Amerika ile işbirliğine gitseydik bugün terör belası olmazdı”. Bu savın doğru olduğunu kabul edelim. Ama zaten bölgede yeterince imaj kaybına uğramış ülkemiz, okyanusun ötesinden gelen bir devlete, komşusu olan bir ülkeyi vurması için topraklarını açması ne kadar dürüstçe olurdu? Bu halde, her adımımızı barış için attığımız biz, 74’te Kıbrıs’a iki tarafa da barış getirmek için giren biz, bundan sonra barıştan nasıl söz edebilirdik?
            Amerika bizim her zaman görünürde ki(!) dostumuz ve müttefikimiz olacaktır. Bir şeyleri Amerika olmadan ya da onlardan izin almadan yapmak istiyorsak, tıpkı Amerika’nın yaptığı gibi, medyayı kullanmamız gerekir.
            Amerika bir an önce Iraktan çekilmek ister bir gibi bir görüntü vermesine karşın, İran’la karşılıklı atışmaları, Irak’ta sorunların ve petrol rezervlerinin bitmemesi, ve Asya’da Çin ve Hindistan’ın Amerika’yı tehdit eder boyutta güçlenmesi, Amerika’nın bu bölgeden bir elli yıl daha çekilmeyeceğinin kanıtıdır. Amerika, Asya’da hakimiyet kurabilmek için BOP’u geliştirdi ama ülkemizin sağlam laik yapısını göz önünde tutamadı. Bu sebeple ileri ki zamanlarda Türkiye’yi laik ve demokratik yüzüyle Asya’ya model olarak sunacaktır. Bizim üzerimizden Asya hakimiyetini gerçekleştirmek için çaba sarf edecek. Kısaca elli yıllık bir dilim içinde Amerika ile güzel günler bizi beklemektedir. Fakat Türkiye’nin bu ilişkiyi açık bir platformda yaşamayacağı da bir gerçek. Önümüzde ki süreç, Amerika’nın, Rusya’nın enerji sektöründe ki jeostratejik üstünlüğünü, Türkiye’yi devreye sokup, bölgede bir denge unsuru oluşturma çabalarıyla şekillenecek. Çünkü gelecekte planlanacak petrol boru hattı projelerinin yolu Rusya’yı by-pass edecek şekilde oluşturulacak. Kısacası Türkiye ne Rusya ne de Amerika’yı göz ardı edebilir, buna bağlı olarak Türkiye’nin Amerika ile ilişki, karşılıklı bir bağımlılık yaratan ve üstü kapalı yaşanan bir metres ilişkisi gibi gelişecektir. 
            Bu bağlamda İran ve Ermenistan dışında ki komşularımızla ilişkilerimiz son derece hızlı gelişecek. Ancak Ermenistan ile ekonomik açılımlar geliştirilmesi çok olası gibi duruyor, eğer ekonomik alanda bir işbirliği sağlanırsa siyasi sorunların kısa zamanda içinde çözüleceği kanısındayım.
            Avrupa Birliğine gelecek olursak, Avrupa’da tamamen bir imaj meselemiz olduğu açık. Belki biraz banâl bir cümle olacak ama, Avrupalı, fotoğrafında türbanlı bir bayanı görmek istemiyor.  Türbanı da geçtim asıl görmek istemediği, AB topraklarına rahatça girip çıkabilen, kendisiyle aynı statüye sahip bir doğuluyu görmek istemiyor.
            Türkiye yüzüncü yılına girerken, mevcut sorunlarının büyük çoğunluğunu koruyarak girecek. Ekonomi hız kazansada siyasi açıdan büyük sorunlar yaşayacağımız açık 

KATİL KARDEŞLER

Leyla Zana silah kürtlerin garantisidir gibi kan dondurucu bir demeç vermiş. Avrupalıların ayakta alkışladığı, barış ve demokrasi havarilerinin ağızlarından ve ellerinden düşmeyen silahı görünce 28 Kasım 2007 tarihinde Genç Gelecek dergisinde yayınladığım yazım aklıma geldi. Aşağıdan okuyabilirsiniz.



İki kardeş düşünün. Bunlar katil. Katil kardeşler. Birisi sadece cinayeti işlerken, diğer kardeş olayı planlıyor, cinayet için şartları oluşturuyor, yardım ve yataklık ediyor. İnsanlar bu kardeşlerin katil olduklarını biliyorlar, ama ellerinde delil yok kanıtlayamıyorlar.
             Bir gün cinayetleri işleyen kardeş suçüstü yakalanıyor. İfadesinde kardeşini satamıyor, onu ele vermiyor, ama diğer tanıkların, mahallelinin ifadelerinde onunda bu cinayetlerde parmağı olduğu söyleniyor ama delil yetersizliğinden yardım eden kardeş serbest. Soruşturma devam ederken katil bir şekilde polisin elinden kaçıyor ve cinayetlerine devam ediyor.
             Yardımcı kardeş artık yardımı kesmiş ama yinede katil kardeşini satamıyor, elinden geldiğince korumaya devam ediyor. Bu arada katil kardeş sürekli adam öldürmeye devam ediyor. Kardeşi katile istediği an, istediği şekilde ulaşabilmesine rağmen, polis bu kardeşe asla ulaşmıyor, ya da katilin daha önce verdiği ifadeler doğrultusunda bu kardeş için hiçbir işlem yapmıyor, yapamıyor. Çok saçma ama gerçek.
            DTP’nin kapatıl(ama)ma hikayesi özetle budur. Dağdakiler var güçleriyle cinayetlerine devam ederken, meclisteki kardeşleri ellerinden geldiğince onları korumaya çalışıyorlar.
            Terörün adi bir suç olduğu hepimizce malûm. Terör bir insanlık suçu. Ve ülkemizde 25 yıldır, milli birliğimize ve ekonomik kalkınmamıza en büyük engeli teşkil etmekte. Yıllardır terörle silahlı mücadele veriyoruz. Bu işin sadece silahla olmayacağını daha yeni anladık. Bu sebeple kirli geçmişleri ve hali hazırda ki söylemleri açıkça bilinmesine rağmen, siyaset yapma haklarını savunduk, dillerine sakız gibi yapıştırdıkları ve artık kullanmaktan anlamsızlaşan demokrasiyi de biraz daha ilerletebilmek için meclise girmelerini kutladık.
            İfade özgürlüğünü anlatan en güzel tümce olan Voltaire’in düşünce yapısını vurgulamak için söylenmiş “Düşüncelerinizi onaylamıyorum, ancak onları savunabilmeniz için canımı bile veririm”, bizim içinde bulunduğumuz durumu yansıtıyor. Dağlarda günden güne onlarca şehit verirken, bizler burada kendi yüce meclisimizin çatısı altında bu örgüte terörist denememesini bile içimize sindiriyoruz.
            Demokrasi sözcüğünü kullana kullana anlamını kaybettirenler, artık ifade özgürlüğünün de sonuna gelmişlerdir. Terör ülkemiz için böylesine büyük bir sorun teşkil ederken, terörün siyasi uzantısı olduğu apaçık olan bir parti hakkında kapatma davası açmak terörle mücadelenin bir parçasıdır.
            İlk başta ki örnekte de anlatmaya çalıştığım gibi, ortada bir suç vardır. Kardeşler bir suç işlemişlerdir ve bunun cezasını çekmek zorundadırlar.
            Bu kapatma terörü bitirecek midir? Tabi ki de hayır. Ancak DTP’nin kapatılma davası hukuki açıdan doğrudur. Siyasi açıdan ele alıp yorum yapmak ise; boş, özgürlük ve demokrasi savunmaları ardından Türkiye’yi zor durumda bırakacaktır.
             Keza davanın açılmasının ardından, AB-Türkiye Karma Parlamentosu Eşbaşkanı Lagendijk, bu davanın müzakereleri etkileyeceğini dile getirdi. Hemen ardından ise, terör konusunda ne kadar kör olduklarını ve terörün gerçek yüzünü yeni anlamaya başladıklarını dile getiriyor. Geç olsa da anlamışlar saolsunlar ancak hala anlayamadıkları bir nokta var ki parti kapatmak ülkemizin iç meselesi ve bu kapatılma davasının sonucunu bağımsız türk yargısı verecektir. Bu sebeple, verilecek karar asla ve asla siyasi değil hukuki olacaktır. Bir gün bunu da anlayacaklar.
             Burada büyük bir kriz bizi beklemekte. Hukukumuzu işletip, yıllardır kapısında beklediğimiz Avrupa ile ters mi düşeceğiz, ki bu çok rahat aşılacak bir sorun; haklılığımızı diplomatik boyutta anlatacak çapta bir ülkeyiz? Yoksa bunu da sineye çekip, kendi kendimizi yönetememenin acısıyla dışardan yönlendirmelerle bu terörü yaşamaya devam mı edeceğiz?
             Maalesef ki DTP dilinden düşürmediği demokrasi sınavından kalmıştır. Bundan sonra ise bize düşen, bu ülkede yaşayan her bir ferdin, her bir kültürün, bu toprak için paha biçilmez bir değer olduğunu, ortak bir tarihten gelip ortak bir tarihi yaşadığımızı ve sonunda iyisinde de kötüsünde de sonuçlara beraber katlanacağımızı bilip, bu ülkenin gerçek sorunlarıyla uğraşmalıyız.

SİVİL ANAYASA

28/09/2007 tarihli GENÇ GELECEK dergisinde yayınlanan yazım.

                 22 Temmuz Seçimlerinden sonra ülkemizde siyasi gündem durulmaya başlamıştı. Halbuki bu sadece yeni fırtınalar öncesindeki sessizlikti. Önce Cumhurbaşkanlığı seçimi gündemi yoğun olarak meşgul etti. Ama esas fırtına kopmak için gün sayıyor; “sivil anayasa(!)”
                 Konuya öncelikle “Anayasa”nın tanımını yapmakla başlayalım. Anayasa; devletin temel organlarının kuruluşunu ve işleyişini belirleyen hukuk kurallarının bütünüdür ve normlar hiyerarşisinde en üst sırada yer almaktadır. Anayasalar diğer sıradan kanunlara göre daha zor usullere göre değiştirilirler.
                 Anayasalar genel olarak olağanüstü hallerde oluşturulmuşlardır. Bu olağanüstü haller, ortaya hukuksal boşluklar çıkarmış ve bunun sonucunda herhangi bir hukuk kuralına bağlı kalmadan, asli kurucu iktidarlar ortaya yeni anayasalar çıkarmışlardır. Olağanüstü haller dışında da bir iktidarın asli kurucu iktidar olarak anayasa yapabilmesi içinse şart, halkın o iktidarı yeni bir anayasa yapması için meclise taşımasıdır. Böyle bir yetkiyi ancak halktan alabilir. Ancak 22 temmuz seçimlerinde hiçbir partinin seçim programında yeni bir anayasa ile ilgili herhangi bir çalışma yoktur. Bir tek AKP, propagandasında yeni bir anayasa hazırlamak istediğini dile getirmiş, ancak taslağa dair herhangi bir çalışması olmamıştır. Bu sebeple mevcut iktidarın yeni bir anayasa yapmaya yetkisi yoktur.  
                 Gelelim günümüze; Malumunuz, mevcut iktidar yeni bir anayasa hazırladı. %92 oyla kabul edilmesine rağmen herkes tarafından eleştirilen bir anayasamız var. Mevcut anayasamız maalesef ki özgürlükleri kısıtlayıcı ve bir darbe sonucu oluşturulmuş, oluşturulurken tıpkı bugünde olduğu gibi kitlelerin fikri göz önüne alınmamış bir anayasa. Ve bu haliyle evet değiştirilmesi gereken bir anayasa.
                  Peki anayasalar sadece olağanüstü hallerde mi değiştirilir? Tabi ki de hayır. Bunun en güzel ve en yakın tarihli örneği 2001’de yapılan anayasa değişikliği. Tek seferde anayasanın “34” maddesi birden değiştirilmişti. Yani anayasa topyekûn değil, belirli bir kısmı değiştirilmişti. Bunu yapan iktidara da biz tâli kurucu iktidar diyoruz.
                   Dışardan bir gözle, anayasanın yapım aşamalarına baktığımızda ortada büyük bir demokrasi ayıbının olduğunu görürüz. 22 temmuzdan sonra, birlik arayacağız denilmesine rağmen, taslak hazırlanırken oluşturulan bilimsel heyetin başında ne kadar ilginçtir ki bir siyasi vardı. Bu hukukçular seçilirken hangi kriterler göz önünde tutuldu? Taslağın yapımında hangi sivil toplum örgütünün önerileri dinlendi? Ve buna rağmen bu anayasaya sivil denebildi?
                   Sivil (Civil), Latincede halk demektir. Peki bu halk anayasası, halkın hangi kesiminin fikirleri dikkate alınarak oluşturuldu?  %46 oy  bir anayasa yapmak için yeterli midir ki, bu yüzde 46 içinde yüzde kaç bu yeni anayasayı benimsemektedir?
                    Taslak oluşturulduğu sırada, iktidar partisinin milletvekillerinin bilimsel heyetin başında demokles’in kılıcı gibi durmasının sivil anayasayla alakası olamaz. Bu nedenle, belirli bir zümrenin fikirlerine dayalı, gizli kapılar ardında yapılan anayasa sivil değil ancak oligarşik bir anayasa olabilir.
                     Daha anayasa taslağı oluşturulmadan henüz önce başlayan ve taslakta da kendine yer bulan ideolojisiz anayasa ise teknik olarak mümkün olmayan bir olaydır. Çünkü herhangi bir ideolojiye bağlı olmayan anayasa bile teknik olarak liberal bir anayasadır. Ve liberalizmde bir ideolojidir. O halde önümüze şöyle bir soru çıkıyor; amaç, Kemalizmi anayasadan çıkarmak mı? Yoksa anayasamızı biraz daha çağdaşlaştırmak mı?
                      Oluşturulacak anayasanın genel olarak yüzeysel eleştirisi böyle. Eğer basına yansıyan tartışılan maddelere de değinirsek, önümüze şu sonuçlar çıkıyor; öncelikle taslağın tamamlanmasından sonra gördük ki mevcut anayasamızın değiştirilemez hükümlerinden olan “dili Türkçedir” ibaresi “resmi dili Türkçedir” olarak değiştirilmişti. Bu tek kelimelik değişiklikle Türkçe bu ülkenin dili değil, bu ülkede konuşulan dillerden herhangi biri olacak ancak devletin resmi dili olarak varlığını koruyacaktı. Ancak kamuoyundan gelen yoğun baskı ve tepkiler üzerine AKP’den yapılan açıklamalarda anayasanın değiştirilemeyecek hükümlerine dokunulmayacağı söylendi ve böylece bu tartışmaya şimdilik nokta konuldu.         Yeni anayasayla beraber cumhurbaşkanlığı artık tamamen bir temsil makamı olmakta, başbakanlıksa neredeyse bir yarı başkanlık yetkileriyle donatılmaktadır. Başkanlık sistemi de başarılı bir sistem olabilir. Yarı başkanlık Fransa’da işliyor olabilir ancak bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde, hele ki oryantalist mantıkla hareket edildiğinde başkanlık sistemi faşist bir anlayışa muktedir olabilir ki, başkanlık sisteminin kötü yanı budur.
                         Bizim rejimimizde siyasi iktidar gücünü halktan alır. Onun adına yasama yetkisini kullanır. Bu yetkiyi kullanırken, iktidarın verdiği güçle, tek yönlü yasalar hazırlanabilir, anayasaya aykırı maddeler hazırlanabilir, yanlışlıklar yapılabilir. Bunlar olağandır. Bu sebepledir ki Cumhurbaşkanı siyasetten bağımsız ve tarafsız ve yaptıklarından sorumsuzdur. Biz eğer bu yetkileri Cumhurbaşkanından alır, tek bir makama verirsek, tek adam iktidarı kaçınılmazdır. Özlediğimiz demokrasi, oligarşiye hatta faşizme dönüşebilir.
                        Hazırlanan “Kılık kıyafetinden dolayı hiç kimsenin öğrenim hakkı engellenemez” hükmü, son derece komik, yanlış ve eksiktir. Öncelikle işin yanlış tarafı; mevcut anayasamızda kişinin eğitim özgürlüğü ve eşitliği zaten korunmaktadır. Birde böyle bir madde koymak abesle iştigal eder. Bu maddenin konmasında ki asıl amaç türbanlı vatandaşlarımızın üniversitelere türbanlarıyla girmesiyse; türban, AİHM’in ve Türk Yargıtay’ının da belirttiği üzere siyasi bir simgedir. Komik ve eksik tarafı ise; bu maddeden sonra kişiyi herhangi bir uygunsuz kıyafetle görebiliriz. Sonuçta kıyafetsizlikte bir giyim seçimidir. Burada sübjektif iyi niyet ilkesi hatırlatılacaktır, ancak böyle bir durumda, karşılıklı çatışmalar çıkacağı için, sübjektif iyi niyeti kimsenin önemseyeceğini sanmıyorum. Eğer ki bu madde geçerlilik kazanırsa, türban takmadığı halde kendini Müslüman addeden kişiler üzerinde bir baskı unsuru oluşacak ve çatışmalar çıkacaktır.
                          Sözlerimizin çoğu bir taslak üzerine olsa da, bu taslak mevcut iktidar tarafından ve bu işe hukuken yetkisiz bir iktidar tarafından yapılmaktadır. Bu taslak ileriki günlerde küçükte bir ihtimal olsa da, STK’ların etkisiyle, kamuoyu baskısıyla biraz daha demokratik bir hal alabilir, ancak sayın başbakanımızın bu konuda ki kamuoyu açıklamaları, görüşleri ve şu ana kadar bu konuda hakkında ki tavırları, taslağın bu haliyle halkoyuna sunulacağını göstermektedir. 
                          Sonuç olarak, yeni anayasa oluşturmak isteyen iktidar bu konuda yetkisizdir, hem de yapılmak istenen anayasa hem içerik olarak hem de şekil olarak eksiktir ve yanlışlıklarla doludur. Ülkemizin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır, ama yeni bir rejime ihtiyacı yoktur. 

9 Ocak 2012 Pazartesi

AKP LAİKLİĞİN GARANTİSİDİR

Başlığı okuyunca beni Ahmet Hakan ya da Ertuğrul Özkök zannetmeyin. Son 10 yılda ortaya çıkan sonuç aşağı yukarı bu oldu.

Farkında mısınız, laiklik üzerine o kadar gittik ki, laikliği öyle bir hırsla savunduk ki geri kalan her şeye karşı  gözümüz kör oldu. Laikliği boş verelim demiyorum tabi ki fakat laikliği koruyacağız diye milliyetçilik ve cumhuriyetçilik ilkelerini tamamen boş verdik. AKP'ye karşı koyarken neredeyse tek silahımız laiklik oldu. Hatta kararsız kesimde muhteşem bir kamuoyu yaratabilecek "Tehlikenin Farkında Mısınız?" kampanyası bile laiklik üzerine inşa edilmişti. Halbuki AKP'nin laikliği yıkmaktan daha başka öncelikleri vardı.

Biz bir yandan laikliği savunurken, AKP etnik politikalarıyla alttan alttan bölücülüğü körükledi. En koyu Atatürkçüler bile laiklik uğruna milliyetçilikten, cumhuriyetçilikten vazgeçti. Biz laiklikle uğraşırken terör tekrardan azıttı. Gelen her şehit Ankara'nın doğusunda ki duvara bir blok daha ekledi. Atatürk milliyetçiliğinden, ırkçılığa döndük bu yüzden. Gözümüz karardı bir kere, ne istiyorlardı bizden verelim gitsin dedik o halde doğuyu, batı bize kalsın. Ama sadece ders almayanlar için tarih tekerrür ediyor!

Türkiye için 2012 çok zor bir yıl olacak. Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa gibi başka ülkelerin yıllara yayacağı iki ağır gündem maddesini bir yıl içinde tartışıp duracağız.

Anayasa çalışmaları uzun zamandır yoğun bir şekilde devam ediyor. Çeşitli STK'lar, partiler ve üniversiteler yeni anayasaya katkı vermek için çalışıyor. Örneğin Kafkas Dernekleri Federasyonu, Meclise sunduğu anayasa çalışmasında artık kanıksadığımız bir kaç konudan bahsetmiş. Bunlar; anayasal vatandaşlığın temel alınması, ülkemizde konuşulan tüm dillere anaokulundan başlayarak anadilde eğitim verilmesi, yerleşim yerlerinin adlarının geri verilmesi ve aile adlarının geri verilmesi.

Ne oldu? Sadece Kürtlere anadilde eğitim verdiğimiz zaman demokratikleşecek miydik sanmıştınız?

Öncelikle Kafkas Dernekleri Federasyonu'nun böyle bir tasarı vermek için aylarca çalışmasına gerek yoktu. BDP ya da AKP milletvekillerinin ya da yandaşlarının herhangi bir yazısını ya da demecini alıp kağıda kopyalasalardı zaten bu sonuca varırlardı.

Aile adlarının ve yerleşim yerlerinin geri verilmesinin Anayasa ile alakasız olmalarını bir kenara bırakırsak, anayasal vatandaşlık kavramına fena halde takılmış durumdayım. Bizim şu anki anayasamızda anayasal vatandaşlık yoksa ne var? Yoksa tek problem "Türk" kelimesi mi? Birde ana dilde eğitim isteği var ki, ülkede konuşulan tüm diller için istenmesi bende Babil Kulesinden aşağı atlama hissi uyandırdı. Bu arada çalışmayı meclise sunan kişi ise çok ilginç BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder.

Anayasaya değişikliğinin detaylarını başka bir yazının konusu olarak kenara koyup, yazımızın en başına dönersek; biz laikliği korumakla uğraşırken, milliyet ve cumhuriyet elimizden kayıp gidiyor. Korkarım yeni anayasada laikliği korumuş bir şekilde ellerimizde bir duble rakı, cumhuriyetin arkasından ağıt yakacağız.

Tito'nun nefesiyle tuttuğu Kristal Küre ölümüyle tuz buz oldu. Mustafa Kemal'in küresi ise elmas. Küre on yıllardır yerden yere vuruluyor ve artık çatlamaya başladı, ne zaman nerede parçalanacağı ise yavaş yavaş gözle görülebiliyor.

8 Ocak 2012 Pazar

ZÜBÜK

Aziz Nesin'in unutulmaz eseri, Kemal Sunal'la hayat bulan Zübük, taşra toplum yapısını ve siyaset anlayışını tüm ayrıntılarıyla bize anlatır. Filmde bir sahnede Zübük belediye başkanlığı için Avukat Burhan'la çekişmektedir. Avukat Burhan kasabaya bir okul yaptırılmasını istemekte, Zübük ise buna kesinlikle karşı çıkmakla birlikte okul yerine cami yapılmasını istemektedir. Halka açık oturum yapmaktadırlar;

zübük- burhan bey burhan bey! müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz. bunlar hep gomünist oyunları. beyfendi şunu bil; kasabamıza memleketimizin en büyük camiisi inşa edilecektir. ve de buna hiç bir kuvvet engel olamayacaktır. 
burhan- ulan zübük ömründe bir kez olsun şu camiiye hiç yolun düştü mü?
zübük- biz elhamdülillah müslümanız. beş vakte beş daha katıp namazımızı evimizde kılarız. müslüman kardeşlerim buna şahittir. 
burhan- duydunuz; namaz evde de kılınır arkadaşlar. ama çocuklar evde okuyamaz!
halk- susturun şu münafığı!
zübük- size söz veriyorum; kanım pahasına da olsa camii-i şerifi inşaa edeceğim!
halk- yaşaaaa!!!


Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ bugün bu hikayeye verilebilecek en güzel örneklerden birini verdi. O çok sevdikleri ve destek gördüklerini söyledikleri halkı da açıkça yanılttı.

Bozdağ yaptığı açıklamada; "Türkiye 2014'de ilk defa bir devrim yaşayacak. Halk 2014 yılında özgürce sandık başına giderek cumhurbaşkanını seçecek. Türkiye ilk defa kendi cumhurbaşkanını kendisi özgürce seçecek. Milletvekilini, bakanını seçen halk neden cumhurbaşkanını seçmesin ki? CHP, MHP, BDP cumhurbaşkanını halkın seçmesini neden istemiyor. Çünkü onlar halkın cumhurbaşkanı seçmesinden, halktan korkuyorlar. Hiç kimse heveslenmesin cumhurbaşkanlığı seçimleri 2014'de olacak. Herkes bu sürece hazırlansın." dedi. 


Okumadıklarını, dinlemediklerini ve sorgulamadıklarını biliyorduk ama bu kadarı fazla bence. Sayın Bozdağ'ın söylediğinin tam tersine muhalefet; nasıl ki 2007 referandum yoluyla yapılan anayasa değişikliği uyarınca 2011'de genel seçimlere gidildiyse, 2012'de de Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılması gerektiğini ısrarla belirtiyor. 
(Cumhurbaşkanlığı görev süresi ile ilgili yazıma da http://aequustr.blogspot.com/2011/12/cumhurbaskanligi-gorev-suresi.html adresinden ulaşabilirsiniz.)


AKP'nin iktidara gelmesiyle zaten kirli olan siyaset artık katran karası bir hal almış durumda. Kendini "ak" olarak nitelendiren bir kitlenin bu kadar ucuz yolları kullanması ise acınacak bir durum.

6 Ocak 2012 Cuma

ABDULLAH ÖCALANI NASIL SORGULADIM - İŞTE GERÇEKLER -


SORGU GÖREVLİSİ (H. A. UĞUR)- “Bak APO, Türkiye Cumhuriyeti devleti şu ya da bu şekilde bu terör belasından vatandaşını kurtaracaktır. Ama önemli olan insanlarımız zarar görmeden bu işi halletmektir. Şiddetin durması, halkın güvenliğinin sağlanması esastır. Ama bunun için yasadışı bir terör örgütü ile masaya oturacak da değiliz. (…) Bu mülakatlar tamamen senin talebin üzerine ve karşılığında şu olacak bu olacak pazarlığı olmadan gerçekleşmiştir. Sen, ‘Şiddetin durmasını sağlayacağım, kendim için bir şey istemiyorum’ diyorsun. Sorgu başladığından beri hep bunu söyledin, öyle değil mi?”

SANIK (A. ÖCALAN)- “Kesinlikle doğru… Ben size daha önce söylemiştim, örgüt bana bağlıdır, beni dinler… Daha ilk gün devletimin hizmetindeyim derken kastettiğim, bu işin bitirilmesi doğrultusunda ciddi adımlar atmamızdır. Türkiye’yi yönetenlerin ellerini güçlendirmek için ben öncelikle silahlı mücadeleye son verme ilanı yapmak istiyorum. (…) Sizlerden tek talebim bunları yapabilmek için bana imkân sağlamanızdır.”


İLERİ DEMOKRASİ IŞIĞINDA DEMOKRATİKLEŞEN TÜRKİYE

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un tutuklanması ile beraber bütün basın; yandaşı, orta yolcusu ağız birliği etmişcesine bu olayın bir dönüm noktası olduğunu, Türkiye'nin artık demokrasiyi özümsediğini ve çok doğru bir adım olduğunu anlatıp duruyorlar. Hatta hızını alamayıp olayı "vaka-i hayriye" olarak adlandıranlar bile var ne yazık ki.

Yalnız bu nasıl bir demokrasi ise kendi ayağıyla ifade vermeye gelen biri adı, sanı ne olursa olsun önemli değil gün sonunda tutuklanıyor. Bu artık o kadar olağan bir durum oldu ki kimse bu duruma şaşırmıyor. Maalesef medyada  hukuk profesörü kesilen yandaşlar, gerçek demokrasilerde tutuklamanın olağan bir durum değil istisnai bir yol olduğunu unutuyorlar. Tutuklamaların olağan olduğu yerler baskıcı ve diktatörlük rejimleridir. Kaldı ki şu anda Ergenekon, Balyoz gibi davalarda toplam tutuklu sayısı 250'yi geçmiş durumda. Balyoz davasında yüzlerce muvazzaf, emekli asker ortada bir iddianame bile yokken ve haklarındaki suçlamaları çürütecek deliller olmasına rağmen içeride olmaları ne korkunç.

Görüldüğü gibi darbeciler içeri tıkılmış, şanlı iktidarımız ise bizi ileri demokrasi ile tanıştırmış durumda. Benimde aklıma son bir kaç ayda ülkemizde yaşanmış bir kaç ileri demokrasi örneği geldi.

Önce Yargıtay 13 yaşındaki N.Ç.'ye 28 kişinin tecavüzünü "kızın kendi rızasıyla olduğu" şeklinde verdiği kararla ileri demokrasimizi dosta düşmana gösterdi.  Tecavüzcüler arasında bankacı, asker, muhtar, okul müdürü, iş adamı gibi saygın mesleklerden kişilerin bulunması ve verilen ifadelerde bu mesleklerin gözetilmesi, adaletin ne kadar demokratik bir şekilde paylaştırıldığını bize kanıtlar gibiydi.

İleri demokrasimizin ulaştığı en son nokta ise henüz taze bir haber; 11 yaşındaki Z.Ç.'nin rahatsızlandıktan sonra hastaneye kaldırılması, hasta değil 8 aylık hamile olduğunun anlaşılması, çocuğun babasının Z.Ç.'nin beraber yaşadığı imam nikahlı eşi olduğunun anlaşılması. Baba olacak mahlukatın Z.Ç.'nin hastanede tedavi olmasına izin vermemesi ve onu hastaneden alıp çıkarması. Şimdi buraya kadar eminim aranızdan ne var bunda diyenler bile çıkacaktır ki onların acilen bir doktora görünmelerini tavsiye ediyorum. 11 yaşında bir kız çocuğu,  adı üzerinde çocuk ama imam nikahı ile bir adamın kucağında yaşıyor. Bu işin suç olmasını ve babayla, imam nikahlı adama verilmesi gereken cezaları geçiyorum, hastanedeki doktorlar ya da hastane polisi bu olaylar yaşanırken demokrasi var kızın rızası var diye mi düşünüyorlardı? Neresinden bakarsan mide bulandırıcı.

Demokrasilerde insanların hoşlarına gitmeyen şeylerle ilgili protesto hakları vardır, fakat protestodan ötürü haklarında 4 yıla kadar hapis istemiyle dava açılan öğrencilerin olduğu bir ülkede ileri demokrasi vardır.

Halkın oylarıyla milletvekili olan Mustafa Balbay, Engin Alan ve Mehmet Haberal'ın millet iradesine karşı çıkılarak tahliye edilmemelerini onların terörist olmalarına bağlayabiliriz değil mi? Nasıl olsa barış ve demokrasi güvercinleri Sebahat Tuncel ve Emine Ayna artık dışarıda huzurlu bir şekilde 15 Ağustos Zafer Bayramlarını(!) kutluyorlar!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise tutuklamalar hakkında; hukuk karşısında herkes eşittir diyor, ama kayıp trilyon davasının hafızasından kaybolduğu anlaşılıyor.

Benim ileri demokrasiden anladığım şu; ülkeyi bölmeye kalkmak suç değil ama hükümet karşıtı olmak ve onu eleştirmek terörizm.

Kısacası dışarıda ses çıkartacak kimse olmayınca demokrasi tadından yenmez bir nimet oluyor.