1 Aralık 2007'de Genç Gelecek dergisinde yayınlanan yazım.
Muasır medeniyetlerin seviyelerine ulaşabilmek için bir yola çıktık 80 küsür yıl önce. Bunun için, demokrasiyi evrimle ancak 300 yılda bile zor getirecek derecede eğitimsiz bir halka, devrimle cumhuriyeti ve demokrasiyi özümsettik. Barış temel düsturumuz oldu her zaman. Sanayi devrimini kaçırmış bir millet olarak, kaybettiğimiz 400 seneyi 80 yıla sığdırmaya çalıştık. Bizim gibi geri kalmış ülkelere emsal teşkil ettik.
Bunlar her ülkenin kolay kolay başaramayacağı şeylerdi. Bu sebeple “tepeden inme” gibi sebeplerle çokça tenkit edildi, ancak eğitim seviyesi neredeyse sıfır olan bir halkla yapılması gerekende, yapılabilecek olanda buydu.
Henüz yeni savaştan çıkmamıza rağmen, savaştığımız ülkelerle, komşularımızla diğer dünya devletleriyle yakın ilişkiler kurmaya çaba gösterdik. Milli özel sermayeyi yoktan yarattık. Devlet, özel teşebbüslere destek olurken bir yandan da üretime katkıda bulunarak geçmiş yılların gediklerini örtmeye çabalıyordu. Eğitimde ise tam gerçek bir devrim vardı. Eğitim birliği ile karanlıklar içinde ki halk aydınlanacak ve gelişmiş bir toplumun ilk şartı olan eğitimli toplum yaratılacaktı. Ancak bütün bunları düşündüğümüzde, emeklemekten başka bir şey değildi.
Atatürk’ün bize örnek gösterdiği muasır medeniyetler, o övündükleri medeniyetleri 300-400 yılda sindire sindire kurabilmişlerdi. Biz ise birkaç on yıl içinde bu değişimleri yaşamak ve özümsemek zorundaydık. Tabi ki imkansızdı. Büyük şehirler için konuşursak hedef başarılı olmuştu ancak yurdun her bir noktasında aynı eğitim seviyesini tutturamadığımız için arada büyük kültür farklılıkları oluştu. Bir tarafta devrimleri benimsemiş büyük şehir insanı bir tarafta sefaletle boğuşanlar.
Doğal olarak köyün kısıtlı imkanlarından ve ağır hayat koşullarından kaçmak isteyen halk büyük kentlere göç etti ve kentlerde büyük sorunlar baş gösterdi. Yolsuzluklar, adam kayırmalar, terör, suç oranlarının artışı hep bu sebepten kaynaklanmaktaydı. Göçün sonucu oluşan olumsuzluklar ülkemizin gelişmesinin önünde ki en büyük engeli teşkil ediyordu ve şu anda da engel oluşturmaya devam etmekte.
Ancak dünya’ya dönüp, gelişmiş ülkelerin gelişim süreçlerine baktığımızda, cumhuriyetimizin henüz çok genç olduğunu, emeklemekten henüz çıkıp koşmayı öğrenmeye başladığımızı göremiyoruz. 80 yıl karanlıktan çıkan bir devletin kendini geliştirmesi için çok az.
Halkımızın tarihi binlerce yıla dayansa da, onlarca devlet kurup yıkmış olsak da, devlet yönetimiyle ilgili tecrübelerimiz bu 80 yıl içinde ki fırsatları değerlendirmeye yetmedi. Şöyle ki SSCB’nin dağılmasıyla yeni komşularımız oldu, yeni Türki cumhuriyetler kuruldu. Bu ülkeler kendilerini toparlayacak, ayağa kalkmalarını sağlayacak bir ağabeye ihtiyaç duyuyorlardı ancak biz belki biraz kendimize aşırı güven duygusundan, belki kendi dertlerimize düşmüş olmamızdan bu bölgede sözünü dinletebilen bir büyük devlet olma fırsatını kaçırdık.
Bu arada tabi ki bir de yarım asırlık rüyamız Avrupa Birliği vardı. Muasır medeniyetlere ulaştığımızın resmi belgesi olacak bir üyelik. Çok çalıştık bu konuda çokta çalışıyoruz. Ancak halen tam üyelik konusunda bile sorunları ortadan kaldırabilmiş değiliz. Kimileri AB bizimle oyun oynuyor diyor, kimisi reformları yeterli bulmuyor, kimisi AB’ye girelim ama şerefimizle diyor. Medya’da tam bir AB kakafonisi dönüp duruyor.
Herkes demokrasinin gerçek anlamda işlemediği için hala AB kapısında bekleyip durduğumuzu düşünüyor ancak, işler tam anlamıyla da öyle değil.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin seçim propagandasını yürütürken söylediği sözler her şeyi açık ve net ortaya koyuyor; “Ben çocuklarıma ülkemizin sınırlarının Suriye olduğunu nasıl söylerim?” ve “Türkiye’nin üyeliğindense Lübnan’ın üyeliğini tercih ederim.”.
Sorun tamamen imajsal çünkü maalesef Kızılırmağın batısıyla doğusu aynı kültür seviyesinde değil. Avrupalı tüm Türkiye’yi Suriye gibi zannediyor. Çünkü ülkesine giren kaçak işçilerin büyük çoğunluğu kırsal kesimlerden göçen, eğitim seviyesi son derece düşük insanlar.
Sorunun demokrasi olmadığını şöyle de ortaya koyabiliriz; AB-Türkiye Karma Parlamento Eşbaşkanı Lagendijk henüz geçen ay içerisinde DTP’nin kapatılmasının yanlış olduğunu ifade ederken bir başka şeyi de itiraf ediyordu; “Çok körmüşüz, PKK’nın büyük bir terör sorunu olduğunu henüz anlıyoruz”. Lagendijk’ın bu sözleri birbiriyle çelişiyor. Çünkü PKK’nın bir terör örgütü olduğunu kabul eden AB’yi, PKK’ya açık olarak destek veren bir siyasal oluşumu, o ülkede ki bağımsız yargı organlarının, bağımsız bir şekilde sorgulaması rahatsız ediyor. Bu karmaşıklığın tek bir sebebi var o da bizim kendi sorunumuzu uluslararası kamuoyunda yeterince rahat anlatamamamız.
Aynı sorunu Ermeni meselesinde de yaşıyoruz. Bilindiği gibi Amerika’da ve Fransa’da sözde soykırımla ilgili yasalar düzenlendi. Peki biz bu sözde soykırımın, kendi payımıza düşen kısmını dünyaya ne kadar anlatabildik? Çıkarılan bu yasaları protesto etmekten başka, haklılığımızı ortaya koyacak ne yaptık?
Terör konusunda da aynı şeyler geçerli; şöyle ki; ülkemizi yıllarıdır tehdit eden terör belasını durdurabilmek için uluslar arası hukuktan doğan haklarımızı kullanmak için bile şu anda resmen bir mücadele içerisindeyiz. Türk askerinin Kuzey Irağa girmesi artık bir zorunluluktur, peki biz bu zorunluluğumuzu ne kadar anlatabildik?
İnsanların kafasında ki fikir şu; “Biz 1 Martta Amerika ile işbirliğine gitseydik bugün terör belası olmazdı”. Bu savın doğru olduğunu kabul edelim. Ama zaten bölgede yeterince imaj kaybına uğramış ülkemiz, okyanusun ötesinden gelen bir devlete, komşusu olan bir ülkeyi vurması için topraklarını açması ne kadar dürüstçe olurdu? Bu halde, her adımımızı barış için attığımız biz, 74’te Kıbrıs’a iki tarafa da barış getirmek için giren biz, bundan sonra barıştan nasıl söz edebilirdik?
Amerika bizim her zaman görünürde ki(!) dostumuz ve müttefikimiz olacaktır. Bir şeyleri Amerika olmadan ya da onlardan izin almadan yapmak istiyorsak, tıpkı Amerika’nın yaptığı gibi, medyayı kullanmamız gerekir.
Amerika bir an önce Iraktan çekilmek ister bir gibi bir görüntü vermesine karşın, İran’la karşılıklı atışmaları, Irak’ta sorunların ve petrol rezervlerinin bitmemesi, ve Asya’da Çin ve Hindistan’ın Amerika’yı tehdit eder boyutta güçlenmesi, Amerika’nın bu bölgeden bir elli yıl daha çekilmeyeceğinin kanıtıdır. Amerika, Asya’da hakimiyet kurabilmek için BOP’u geliştirdi ama ülkemizin sağlam laik yapısını göz önünde tutamadı. Bu sebeple ileri ki zamanlarda Türkiye’yi laik ve demokratik yüzüyle Asya’ya model olarak sunacaktır. Bizim üzerimizden Asya hakimiyetini gerçekleştirmek için çaba sarf edecek. Kısaca elli yıllık bir dilim içinde Amerika ile güzel günler bizi beklemektedir. Fakat Türkiye’nin bu ilişkiyi açık bir platformda yaşamayacağı da bir gerçek. Önümüzde ki süreç, Amerika’nın, Rusya’nın enerji sektöründe ki jeostratejik üstünlüğünü, Türkiye’yi devreye sokup, bölgede bir denge unsuru oluşturma çabalarıyla şekillenecek. Çünkü gelecekte planlanacak petrol boru hattı projelerinin yolu Rusya’yı by-pass edecek şekilde oluşturulacak. Kısacası Türkiye ne Rusya ne de Amerika’yı göz ardı edebilir, buna bağlı olarak Türkiye’nin Amerika ile ilişki, karşılıklı bir bağımlılık yaratan ve üstü kapalı yaşanan bir metres ilişkisi gibi gelişecektir.
Bu bağlamda İran ve Ermenistan dışında ki komşularımızla ilişkilerimiz son derece hızlı gelişecek. Ancak Ermenistan ile ekonomik açılımlar geliştirilmesi çok olası gibi duruyor, eğer ekonomik alanda bir işbirliği sağlanırsa siyasi sorunların kısa zamanda içinde çözüleceği kanısındayım.
Avrupa Birliğine gelecek olursak, Avrupa’da tamamen bir imaj meselemiz olduğu açık. Belki biraz banâl bir cümle olacak ama, Avrupalı, fotoğrafında türbanlı bir bayanı görmek istemiyor. Türbanı da geçtim asıl görmek istemediği, AB topraklarına rahatça girip çıkabilen, kendisiyle aynı statüye sahip bir doğuluyu görmek istemiyor.
Türkiye yüzüncü yılına girerken, mevcut sorunlarının büyük çoğunluğunu koruyarak girecek. Ekonomi hız kazansada siyasi açıdan büyük sorunlar yaşayacağımız açık