O kadar yoğun ve karışık bir gündemimiz var ki, artık balık hafızalı diye dalga geçilen milletime hak veriyorum. Dünya savaşlarında bile gelişmiş ülkelerin siyasi gündemlerinin bu denli hızlı değiştiğini düşünmüyorum. Buna bir de ilkesiz basının nereye çekersen oraya giden yorumlarını da eklersen halkın olan biten karşısında tepkisiz kalması anlaşılabilir bir durum. Bu surata alınan darbeden sonra bir tür sersemlemeye benziyor.
İşsizliğin ve fakirliğin bu denli yoğun olduğu bir ülkede sürekli olarak anayasal tartışmalar yaşanması komik oluyor. Ve bu anayasal tartışmalar nedense sürekli iç politikada dara girildiği anlarda gündeme geliyor. Bir terör olayı mı patlak verdi hemen başbakan çıkıp anayasa tartışmasını başlatıyor. Dış politikada bizi zora sokacak, iç politikayı da etkileyecek bir durum mu ortaya çıktı, hemen cumhurbaşkanının görev süresi tartışması yaşanıyor. Bu hengamede vatandaş olayları sadece bir tenis maçı izler gibi takip edip pozisyonları anlık yorumlamaya çalışıyor ve maalesef önünü ve arkasını düşünemediği için, içinde bulunduğu şartları yorumlayamıyor ve tepki gösteremiyor.
Örnek vermek gerekirse Suriye ile neredeyse savaşa girerken; Amerika Irak'tan çekilirken bölgede kendine bir jandarma ararken; Malatya'ya Amerika'nın füze kalkanları yerleştirilip ülkemiz açık hedef olurken; Sayın Başbakan nereden aklına geldiyse Dersim olayları için kıyım deyip, yaygara koparıp, bir de üzerine yalandan özür dileyip, muhalefet partisi liderleri üzerinden bu ülkenin kurucu değerlerine bağırıp çağırırken, televizyon karşısında helal olsun diye alkış tutan halk ve tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini belirten yazarlar hatta bakanlar sadece bir iki hafta sonra Fransa'nın parlamentosundan geçirdiği Soykırım yasası hakkında en ağır aşağılamalarda bulundular. İki olay arasında ki fark neydi, insanlar iki benzer olayda nasıl bu denli zıt tepkiler verdi ve bir Allah'un kulu bu soruyu neden sormadı? Gerçekten anlamakta büyük zorluk çekiyorum.
Asıl konumuz olan Cumhurbaşkanlığı tartışmasına dönersek; bu konuda da benzer bir durum yaşanmakta. 2010 Anayasa değişikliklerinin Tayyip Erdoğan'a yeterli gelmediği hepimizin malumu. Kendisinin en büyük arzusu bu ülkenin ilk BAŞKAN'ı olmak. İstanbul'un başkent olduğu, federal bir sistemin yerleştiği, Kemalizm'in yerini Liberalizm'in aldığı, kendisinin de başkan sıfatını kazandığı bir ülke. Fakat şartlar henüz istediği kadar olgunlaşmadı. Başbakan olarak bu uğurda kat edecek biraz daha yolu kaldı. Cumhurbaşkanlığı görev süresi tartışmalarının temelinde de bu yatıyor.
Bildiğiniz gibi sonra çıkan kanun öncekini ilga eder. Bu çok basit hukuk kuralı yüzünden de cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıldır. Aksine bir geçici kanun çıkmadığı sürece, 2012 yılında cumhurbaşkanlığı seçimi bizi beklemekte. Tıpkı, aynı 2007 referandumunda milletvekili görev sürelerinin 4 yıla indirilmesinin akabinde 2011 yılının Haziran ayında genel seçimlerin olması gibi. Fakat bu AKP'nin 2023 hedeflerinin gerçekleşmesinin önünde bir engel teşkil etmekte çünkü ucu açık ve kontrol edilememe ihtimali yüksek bir süreç.
Bu seçime gidilirse ne olacak? Abdullah Gül yeniden mi seçime girecek? Tayyip Erdoğan başbakanlığı mı bırakıp seçime girecek? O halde AKP ve hükümet ne olacak? Muhalefet güçlü bir aday çıkartıp ikiye bölünmüş halkın bir yarısının desteğini alıp AKP'nin düzenine çomak mı sokacak? Bunlar Tayyip Erdoğan için 2012 yılında üzerine düşünülmesi zaman kaybı olan senaryolar. Bu yüzden Tayyip Erdoğan 2014 yılına kadar anayasal haklar ve görevler bakımından güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanı olarak seçime kendi girmek istiyor. 2014 yılında yarı başkanlık sisteminde, cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir yıl için başbakan Bülent Arınç ve 2015'te Abdullah Gül görevi devralacak. Tarafsız bir makam olan cumhurbaşkanlığının ardından başbakanlığa gelmeyi planlamak ne denli demokrat bir kitle tarafından yönetildiğimize ışık tutuyor. Bundan 10 sene önce saçma ve komik gelecek bu senaryo bugün çok doğal karşılanıyor.
10 yılda ülkemizin ne kadar değiştiğini bir düşünün. Şimdi bir de 2023 vizyonunu bu bilgiler ışığında hayal edin. Durmak yok yola devam!
Herkes eşit doğar ama ÖZGÜR olmak bizim elimizde. ADALET ise özgür insanın en büyük erdemi benim gözümde.
27 Aralık 2011 Salı
PEPERONCINO
Siyasetin yanında hayattan zevk veren şeylerin de bu günce de paylaşılmasını istiyorum. Bunlara bugüne kadar Ankara'da açılmış en iyi italyan lokantasını tanıtarak başlayacağım. Peperoncino.
Daniel Şef'in genç yaşına rağmen biriktirdiği tecrübesi ve işine olan aşkı ile muhteşem ötesi bir restaurant olmuş Peperoncino. Her siparişin ayrı ayrı özenilerek hazırlanması, her tabağın aynı kalitede sunulmaya çalışılması ve tek amaçlarının insanlara kaliteli ve doğru yemeği sunmaya çalışması ile benim gibi yemek yemeyi sadece doğal bir ihtiyaç değil, hayattan alınan büyük bir zevk olarak görenler için birebir.
Muhteşem yemeklerinin yanında en doğru şarabı da sunmak için güzel bir şarap menüsü hazırlamışlar. Gerçek italyan lezzetlerini tatmak isteyenlerin mutlaka uğraması gereken bir mekan.
ŞİKE OPERASYONU
Herkesin futboldan anlamasından mıdır nedir 3 Temmuz'dan beri her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes hukukçu kesilmiş kanunlarla oynayarak işin üstesinden gelebileceğini düşünüyor. Televizyon karşısında oturan gariban vatandaşta alenen kandırılıyor; öyle ki sporda şiddet yasası değiştirildiğinde şike suç olmaktan çıkacakmış gibi bir algı yaratılıyor.
Öncelikle olayı baştan toparlamakta fayda var. Şike olayını en basit şekli ile şöyle görebiliriz; bir üniversite öğrencisi kampüs içinde bir arkadaşı ile kavga edip onu bıçakladı varsayalım. Bu bir adli vaka olmasının yanında üniversite tarafından da öğrenci hakkında disiplin soruşturması açılması sonucunu doğurur. Öğrenci bir yandan polis tarafından sorgulanırken, bir yandan da üniversite kendisi hakkında soruşturma açar ve talimatların gereğini yapar. Üniversite öğrencisi adam yaralamaktan hüküm giyerken öte taraftan da üniversite'den uzaklaştırma ya da atılma gibi yaptırımlarla karşılaşabilir. Ya da herhangi bir adli ceza almadan, okul tarafından bir disiplin cezası görebilir ya da tam tersi olabilir. Şike operasyonunu da aynen bu şekilde görmemizde fayda var.
Şike operasyonunda da durum şudur; iddianameye göre bir takım kişiler çıkar amaçlı suç örgütü oluşturmuş, bunun sonucu olarak da şike ortaya çıkmıştır. Kısaca suç örgütü kurmak adli bir olayken, şike yapmak federasyonun talimatları gereğince disiplin cezası gerektiren bir eylemdir.
Basında çıkan haberlerin veriliş biçimlerine bakarsak, sporda şiddet yasası değiştiği anda herkes salıverilecek ve herkes suçsuz bulunacakmış gibi bir hava esiyor. Fakat kazın ayağının öyle olmadığını Nihat Özdemir'in Futbol Disiplin Talimatı'nın 58. Maddesinin değiştirilmesini ve şike yapan takımlara küme düşme cezasının kaldırılmasını isteyen sözlerinden anlıyoruz. O halde bu isteği şikenin ikrarı olarak kabul edebilir miyiz? Ortada dolaşan kaset kayıtlarına ve her fırsatta ezeli rakiplerini işin içine sokmaya çalışmalarına hiç girmeyeceğim. Fenerbahçe yönetimi açıkça taraftarı ile alay ediyor ve onların arkasına sığınıp kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Ne yazık ki taraftar da bu oyuna gelip yüzlerinde maskelerle, önünü arkasını düşünmeden mitinglerde buluşuyorlar. Miting düzenlemekte bir sakınca yok hatta taraftarın takımına bu denli sahip çıkması gıpta edilecek bir şey. Fakat mitingin federasyona ve yargıya karşı yapılması çok gülünç oluyor. Açıkçası ben takımımın adını şikeyle bir arada geçmesini sağlayan kişilere karşı bir miting düzenlemeyi tercih ederdim.
Umarım tüm takımlar bu soruşturmayı en az hasarla atlatır ve futbolda artık bağırış çağırış yerine gerçek rekabeti izleriz.
Öncelikle olayı baştan toparlamakta fayda var. Şike olayını en basit şekli ile şöyle görebiliriz; bir üniversite öğrencisi kampüs içinde bir arkadaşı ile kavga edip onu bıçakladı varsayalım. Bu bir adli vaka olmasının yanında üniversite tarafından da öğrenci hakkında disiplin soruşturması açılması sonucunu doğurur. Öğrenci bir yandan polis tarafından sorgulanırken, bir yandan da üniversite kendisi hakkında soruşturma açar ve talimatların gereğini yapar. Üniversite öğrencisi adam yaralamaktan hüküm giyerken öte taraftan da üniversite'den uzaklaştırma ya da atılma gibi yaptırımlarla karşılaşabilir. Ya da herhangi bir adli ceza almadan, okul tarafından bir disiplin cezası görebilir ya da tam tersi olabilir. Şike operasyonunu da aynen bu şekilde görmemizde fayda var.
Şike operasyonunda da durum şudur; iddianameye göre bir takım kişiler çıkar amaçlı suç örgütü oluşturmuş, bunun sonucu olarak da şike ortaya çıkmıştır. Kısaca suç örgütü kurmak adli bir olayken, şike yapmak federasyonun talimatları gereğince disiplin cezası gerektiren bir eylemdir.
Basında çıkan haberlerin veriliş biçimlerine bakarsak, sporda şiddet yasası değiştiği anda herkes salıverilecek ve herkes suçsuz bulunacakmış gibi bir hava esiyor. Fakat kazın ayağının öyle olmadığını Nihat Özdemir'in Futbol Disiplin Talimatı'nın 58. Maddesinin değiştirilmesini ve şike yapan takımlara küme düşme cezasının kaldırılmasını isteyen sözlerinden anlıyoruz. O halde bu isteği şikenin ikrarı olarak kabul edebilir miyiz? Ortada dolaşan kaset kayıtlarına ve her fırsatta ezeli rakiplerini işin içine sokmaya çalışmalarına hiç girmeyeceğim. Fenerbahçe yönetimi açıkça taraftarı ile alay ediyor ve onların arkasına sığınıp kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Ne yazık ki taraftar da bu oyuna gelip yüzlerinde maskelerle, önünü arkasını düşünmeden mitinglerde buluşuyorlar. Miting düzenlemekte bir sakınca yok hatta taraftarın takımına bu denli sahip çıkması gıpta edilecek bir şey. Fakat mitingin federasyona ve yargıya karşı yapılması çok gülünç oluyor. Açıkçası ben takımımın adını şikeyle bir arada geçmesini sağlayan kişilere karşı bir miting düzenlemeyi tercih ederdim.
Umarım tüm takımlar bu soruşturmayı en az hasarla atlatır ve futbolda artık bağırış çağırış yerine gerçek rekabeti izleriz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)